Bu Blogda Ara

Cumartesi, Ekim 02, 2010

REFERANDUMMANIA SONRASI ÖZGÜRLÜKÇÜ SOL –III-

KÖŞE İSMİ: DALALET

BU YAZININ BAŞLIĞI:

REFERANDUMMANIA SONRASI ÖZGÜRLÜKÇÜ SOL –III-

BirGün gazetesi, 3 Ekim 2010, Dalalet 40/148

Süreyyya Evren

sureyyya@mexico.com

Bundan beş yıl önce, Türkiye toplumunun siyasi kültürüne ağır kokusu sinmiş milliyetçilik belasını ana düşman saymak sol için mantıklı, ikna edici bir hedefti. Okuduğumuzda makul bulmuştuk. “Türkiye’de insanların milliyetçi olup olmadıkları tartışılmaz, milliyetçiliklerinin tonu, tipi, dozajı tartışılır,” diyen özlü ve iğneleyici sözü de keyifle anıp durmak sakıncasızdı.

Aradan sadece beş yıl geçti, ve şimdi kimi sakıncalardan bahsedebilir durumdayız. Artık bu tür deyişlerle oltayı sallamak yersiz.

Her seçimde milliyetçi duyarlılık büyük muhafazakarlık şemsiyesinin altında biraz daha kuruyor. Toplumda infial yaratması beklenebilecek adımlar en muhafazakar öğelerden geldiğinde “büyüklerimizin bir bildiği vardır” diye karşılanıyor ve direnç yerini uyum zorlamasına bırakıyor. Ortalama bir CHP’li veya komünist, nasıl AKP’nin bugün dillendirdiği herşeyi samimiyetsiz bulma eğilimi taşıyorsa, ortalama bir derin Anadolulu da AKP’nin dillendirdiği ve uyguladığı her şeyi, buna anti-milliyetçi görünen ve tabu sarsıcı adımlar da dahil, kafadan samimi buluyor. Samimi, güvenilir, ‘bizden’, “büyüklerimiz öyle diyorsa sonuçta elbet bizim lehimize olacaktır” anlayışıyla, “biz bu gövdenin bir parçasıyız, bu gövdenin liderleri de böyle öngördülerse böyle olmasında bir doğru vardır, bize düşen sadakate dikişsiz devam...” düsturuyla hareket ediyorlar. Bu anlamda hepsinin Kurtlar Vadisi hayranı olması bir çelişki değil. Kurtlar Vadisi’ne yönelik Aksu Bora-Tanıl Bora analizini (“Kurtlar Vadisi ve Erkeklik Krizi, ‘Neden İskender’i Öldürmüyoruz Usta?’”, Birikim, Ağustos-Eylül 2010, sayı 256-257) referans alıyorum burda, çünkü Boralar sözkonusu yazılarında Vadi’nin milliyetçi tezlerini, pompaladığı komplocu perspektifleri, siyasetin akışının nasıl okunması gerektiğine dair detay önerilerini değil de Vadi’deki öznelerin nasıl eylediklerini ve Vadi’de erkekliğin nasıl kurulduğunu ve bunun nasıl ana bir öğe olduğunu işliyorlar. Bunu yaparken söze Nasyonal-Sosyalistlerin iki paramiliter örgütlenmesi olan SA’ları (Hücum Kıtası) ve SS’leri (Koruma Bölüğü) örnek vererek başlıyorlar. Dikkat çektikleri nokta SA’ların (bizdeki kök faşizm erkekliğini anımsatarak) kırıp dökmeye, hudut tanımamaya, erkekliği kanıtlayan patlamalara, şiddet, içki ve cinsel azgınlığa eğilimlerine karşın, SS’lerin itaat ve sadakati (bizdeki kök İslamcı erkekliği anımsatarak) kurucu erkeklik değerleri olarak alma eğilimleridir. Allaha bağlı yoldaşlar arasındaki ilişki. Boralar, Vadi’nin bu erkekliğin bir sentezini yaptığını anlatıyorlar; anlattıkları sentez, bugün, tam da derin Anadolu’nun, şehirli sol/sosyalist ‘yetmez ama evetçilik’ten, veya şehirli ‘liberal evetizm’den şimdi söyleyeceğim temel kırılmayla ayrılan, taşra/İslamcı sermaye/varoş evetçiliğinin karakteri değil midir? Büyük şehirlerdeki ‘Anadolu Truvaları’nı da kapsayan, Derin Anadolu evetçiliği ‘Memati evetçiliği’dir gerçekten de. Boralar, yazılarında, Vadi’de, Polat’ın beyni, Memati’nin yüreği temsil etmesine dikkat çeker ve şu etkili altını çizmeyi gerçekleştirirler: “Memati, dizinin ilk bölümlerinde bir keresinde gururla ve tehditkar, şunu söylemiştir: ‘Ben düşünmem!”

Aynen böyle. “Ben düşünmem! Kürtler öldürülecek dersen öldürürüm. Kürtler kucaklanacak dersen kucaklarım.” Gururla ve tehditkar. İtaat ve sadakat esastır. Bu yüzden, ‘onlardan biri gibi gözüken’ Kılıçdaroğlu, ‘onların beyni’ olmadığı sürece geçersizdir, her yaptığı her söylediği şüphelidir, Kılıçdaroğlu mantıklı ve onların iyiliğine gibi gözüken bir şey söylediğinde bu bir tür ‘Bizans hilesi’ olarak görülür. Aslında, ilginç bir şekilde, cumhuriyetçi algı ortalamasının da Erdoğan’ın her hamlesini mantıklı gözükse bile ‘Osmanlı entrikası’ olarak görmesi gibi.

Habur’dur, Kürt Açılımı’dır gibisinden sivri momentlere karşın, milliyetçi duyarlılığın ana hastalığı olduğu savlanan bir toplumda milliyetçiliğin hiçbir toplumsal yön göstericiliğe sahip olmamasına ne demeli? İlk referandum sallantısında milliyetçiliğin toza karışıp her şeyi İslam odaklı bir muhafazakarlığın belirlemiş olmasına nasıl bakmalı? (Ki, daha oylar atılmadan da, BBP Evet cephesine, MHP hayır cephesine dağılmışlardı. Demek ki ana yarılma milliyetçilik eksenli değildi, öyle olsa ikisi aynı kampta yer alırlardı.) Bu konuda, beklediğim bir özeleştiri değil de, bir tür revize ediş. Tabii kolaya da kaçmadan: ana hastalık milliyetçilik değil de İslamcılıktır falan demeden. Bu kadar basit değil. Cumhuriyetçilerin iddia edebildiği gibi, İslamcılar dışındaki bütün öğeleri demokrat olsaydı bu ülkenin, başka bir ülkede yaşıyor olurduk; aynı şekilde liberallerin iddia edebildiği gibi, cumhuriyetçileri dışında bütün öğeleri demokrat olsaydı da bu ülkenin, gene başka bir ülkede yaşıyor olurduk. O masal ülkesinde yaşamıyoruz. En azından televizyonun başından kalkıp sokağa çıktığımızda...

Derin Anadolu’nun tek ana derdi İslamcılık olsaydı, hele 28 Şubat’tan sonra, aynı öğeler, iktidar dümeni kırana dek, tam bir sadakatle, en güvenilir kurumun ordu olduğunu söylemeye devam ederler miydi? Kürt açılımı en ufak bir tabandan inisiyatifle dahi tetiklenmedi bu ülkede, tamamen yukarıdan aşağıya gerçekleşmekte. Taban(lar) liderliklerine hiç bir yön değiştirme talebinde bulunamıyorlar, sadece başarıyla liderden lidere geçebiliyorlar. Gene Boraların çok güzel ifade ettikleri gibi, sürekli sadakatten bahsedilen Vadi dünyasının ihanetlerle dolu olması gibi. Baykal-Kılıçdaroğlu geçişinin pürüzsüzlüğünden Erbakan-Erdoğan-Kurtulmuş geçişlerine, MHP tabanının gülen bloka geçişine dek. Baykal ile Kılıçdaroğlu’nun temsil ettikleri arasında ciddi bir fark yok mu? Neden bir grup CHP’li istifa edip “başlarım kasetine” diyerek Baykalcı ayrı bir parti kurmuyorlar? Neden MHP tabanı Bahçeli’ye seçim öncesi biz de dinin yanında yer alalım, siyasetimizi gözden geçirelim tazyiği yapamıyor? (Bunun kulağa şaka gibi geldiğinin de farkındayım). Pasif agresif bir siyaset kültürü kısacası.

Öyleyse, milliyetçilik değil ama İslamcılık da değil, cumhuriyetçilik veya liberallik de değil, ama otoriterlik esas sorunumuz bu ülkede. Hiyerarşi en büyük belamız. Piramidal düşünme ve örgütlenme. Güce tapınma. Dışarda kalma (bertaraf edilme) korkusu. İtaat ve sadakatin ihanetlerle sarılmış, azgınlık ve kardeşler birliğiyle sentezlenmiş Kurtlar Vadisi erkekliğinin ülkesi olmamız. Liberallerimizin azıcık güç bulunca ne faşizan bir dile geçebildikleri daha yeni deneyimledik, deneyimliyoruz. Diğerlerini zaten biliyorduk. Aşağıdan geliştirilen hiçbir şey yok masamızda.

Bunu soyut bulup siyasi bir projeksiyona oturtamayacaklardır kimi sosyalist okurlar. Ama zaten tam da bu eğilimleri yüzünden sol siyasi kültürümüz de bağışık bir kanal oluşturamamaktan muzdarip değil mi? Birileri yukarıdan ‘Yetmez ama Evet’ diyor, Enis Batur’un ‘Bu Kalem Bukalemun’ kitabının akılda kalıcı başlığına göndermeyle söylersek, hop bir günde ‘bu cenah bukelamun’, birileri ‘hayır’ diyor, hop öbür gün de şu cenah bukalemun.

Bu kez de İlhan Berk’e referansla söyleyeyim: tabana, o uzun cümleye, çalışacağız...

Hiç yorum yok: