Bu Blogda Ara

Salı, Temmuz 20, 2010

EKMEK ARASI FUTBOL

KÖŞE İSMİ: DALALET

BU YAZININ BAŞLIĞI:

EKMEK ARASI FUTBOL

BirGün gazetesi, 18 Temmuz 2010, Dalalet 29/137

Süreyyya Evren

sureyyya@mexico.com

Dünya Kupası’nın ardından bir iki futbol notunu da dört yılda bir ekmek arası futbolla karnını doyuranlardan biri olarak düşelim:

1)Uruguay’ın maçları sırasında TRT spikeri ısrarla Uruguay’ın sadece 4 milyoncuk insandan mürekkep mini mini bir ülke olmasına karşın önemli futbolcular yetiştirebildiğinden bir mucizeden bahsedercesine bahsediyordu. Nasıl bir kelle hesabı merakıdır değil mi? Halbuki azıcık kendimize baksa, Almanya’daki 2.5 milyon Türk’e veya Avrupa’daki 3.5 milyon Türk’e bir göz atardı. Euro-Türkler de denilen Avrupalı Türklerden, nüfusları Uruguay’dan az olmasına karşın, Avrupa futbol eğitim sisteminin ve profesyonellik platformlarının ne kadar çok üst düzey futbolcu çıkardığını bilmiyor muyuz? Hayali bir 3.5 milyonluk nüfustan devşirilen Avrupalı Türkler Karması ile 73.5 milyondan çıkartılan Türkiyeli Türkler Karması bir maç yapsa sizce kim kazanır? Veya kim daha parlak bir 11 çıkartır diye soralım. Üstelik Türkiye Türkleri Karması’nda (Mehmetçik) Aurelio da varken!

2)Biz anti-milliyetçi olduğumuzdan ‘milli takımlar arası’ müsabakalara hep kuşkuyla bakan bir yanımız vardır. Eh, nihayetinde bu turnuvalar ulus birimini referans alan bir anlayışı öne çıkarmıyor mu? Ulus aidiyetini geri çağırmıyor mu? Takım aidiyetindeki çok renklilik ve mevcut kimlik yapılarını kesen denge bozuculuk yerini zaten hakim olan ulus aidiyetini meşrulaştıran ve pekiştiren bir denge tesisi evresine bırakmıyor mu? Bir ara ‘milli maçlar kaldırılsın’ diye mücadele edelim bile diyordum. Gel gör ki endüstriyel futbolun merkezi, piramidal, ‘gelişmiş ülkeler’ yanlısı yapısı ancak bu milli maçlar sırasında bu popülerlikte kesilebiliyor. Ganalıları zengin Batı Avrupa kulüpleri için koşarken seyretmek başka Afrika’da bir kara parçası için birlikte mücadele ederken seyretmek başka. Şampiyonlar Ligi sahnesi tüm oyunu (geniş olarak futbolu) tek bir huniye döküyor. Bütün ülkelerin en iyileri tek bir arenaya ve tek bir ekrana çekiliyor. Ama iş Dünya Kupası’na gelince harita yavaşça açılıyor. Dünya Kupası ormanında Paraguay ve Nijerya Avrupa’daki son teknoloji futbol fabrikalarının futbolcu toplama tarlası değil kendi kendilerini temsil eden formalarla hareket eden mahalleler gibi karşımıza çıkıyorlar. Ama tabii maalesef yerlerarası değil uluslararası bir temsil dilini kullanarak. Acaba bu sıkıntının en ideal çözümü şehir takımlarının geri çağrılması mı olurdu? (İzmir Karması ile Edirne Karması’nın maç yapması gibi.) Futbolun yerlerarası bir temsil zemininde oynandığı (oynanacağı) turnuvaları mı kovalamalı? Ama böyle bir turnuvanın zevkli olabilmesi için seyircilerin de kendi bölgelerindeki maçları takip eder olmaları gerek ekrandan dünyanın en iyilerini sırf takip etmek yerine. Sonuçta sözgelimi Türkiye milli takımını anti-milliyetçi bir Türkiyeli için en cazip kılabilen öğe bu değil midir: bunlar bizim çocuklardır! (Tabii Türkiye takımının iskeletinin buralı seyircinin ilk kez milli takımda gördüğü veya milli maçtan mili maça gördüğü Avrupalı-Türklerden çatılmasındaki garabeti saymazsak.) Herkesin kendi mahallesindeki kulübün fanatiği olmasını arzulayan endüstriyel futbol karşıtlığının varmaya çalıştığı yer de aşağı yukarı bu sonuçta. Temsil hiç bir zaman tabanın iradesini hiçe sayabilecek kadar uzağa gitme ve yayılma şansı bulamasın, hep el eriminde ve geri alınabilir olsun. Öte yandan, diğer seçenek de şu; bütün bunları boşver, futbol ekollerine bak, İspanyol oyununu mu İngiliz tarzını mı Alman yaklaşımını mı hangisini seviyorsan bir şarkı yarışması izler gibi kaptır kendini akışa, sırf duygusal sebeplerle ülkeleri tut, formalarını sev, saç stillerini sev, isimlerini sev, güçsüzlüklerini veya güçlerini sev, yaz kişisel tarihine bir kupa daha...

3)Hakemliğin teknik bir iş, bir robota devredilebilecek bir iş olduğunun sanılmasına yüzde yüz karşıyım. Hakem bir sensör değildir. Adalet bir Mobese meselesi olsaydı hakemlik de bir çip meselesi olurdu. Hakemin gözüne gözlük sloganı mükemmel bir kadim sloganmış meğerse. Ne de güzel söylemişler: hakemin gözüne gözlük! Topun derisinin altına çip, kalenin direğine sensör, hakemin sırtına iki hakem daha değil! Elimizde bir hakem var, olayın sorumlusu o, onun da gözü mü iyi görmüyor nedir, iyi görmüyorsa gözlük taksın! Hepsi bu! Ayrıca, hakemlerin dakikada bilmem ne kadar koşmaları, saatte şu kadar mil gitmeleri, pozisyonlara bu kadar yakın olmaları gibi ölçülebilir kriterler size ne ifade ediyor bilmiyorum ama bana göre hakemin psikolojik performansıdır esas olan. Hakem de maça çıkar, ve herşeyi doğru göremeyebilir, herşeye yakın olmayabilir, ama herşeyi doğru okumaya çalışır. Bu da temelde sayaçların okunması değil niyetlerin, amaçların, arzuların, hırsların, duyguların okunmasıdır. Duyguları doğru okuyup onlara cevap vermek üzere maça çıktığında bence gerçek bir müsabaka başlamıştır. En iyi hakemin en görünmez hakem olduğu klişesine de katılmıyorum. İyi bir hakem basbayağı görünür, ve onu seyretmekten de hoşlanırsınız...

Ama iyi bir çip seyretmekten hoşlanacak birini bulamazsınız...

Hiç yorum yok: