Bu Blogda Ara

Pazartesi, Kasım 28, 2005

HERŞEY OTOBİYOGRAFİKTİR, HAYALGÜCÜ DAHİL - Birgün Yazı 17 / 12 Temmuz 2005 Yazısı

Birgün Yazı 17 – 12 Temmuz 2005 Yazısı

HERŞEY OTOBİYOGRAFİKTİR, HAYALGÜCÜ DAHİL

Süreyyya Evren

Yazar Claude Simon’u birkaç gün önce kaybettik. 91 yaşındaydı (hemen hemen Dağlarca ile aynı yaştaydı).

1985’te Nobel Edebiyat Ödülünü de alan Simon yeni roman ("nouveau roman" ) akımıyla birlikte anılırdı. 1936’da İspanya İç Savaşı’na gönüllü katılanlardan olmuş (devrim halindeki Barselona’yı görmüş), cumhuriyetçiler safında çarpışmış, 2. Dünya Savaşı’nda da nazilere karşı savaşmış, esir düşmüş, kaçmış ve direniş hareketine katılmıştı. (Esir kampındayken Kant ve Spinoza okuduğunu söylüyordu bir konuşmasında).

Türkçe’de Simon’dan tek bir kitap var: Tramvay (YKY, çev. Samih Rifat, 2003) Ustanın 2001’de yayınladığı bir roman..

Tramvay, yeni roman’ın ortaya çıkışından belki 50 yıl sonra, pek çok başlangıç ilkesine sadakatle kotarılmış bir romandı.

Uzun cümleler, parantezler, bilinç akışları, küçücük detayların ayrıntılı tasvirleri, giriş-gelişme-sonuç yapısının ve kronolojik hikaye kurgusunun reddi, zihnin hareketlerini birebir takip etme özeni, belleğin çağrışımlarına sürekli yer açma --ve tüm bunlarla beraber kolay okunan keyifli bir roman.

“Herşey otobiyografiktir,” diyordu Simon, “hayalgücü bile.”

Şu soru geliyor aklıma: Yeni Roman’a geriye dönüp bakınca 90’ların sinemasındaki Dogma 95 prensipleriyle benzerlikler görmek acaba mümkün mü? Özellikle Dogma 95’in tekniğin kullanımına dair getirdiği kısıtlamaların, meşhur 10 maddelik “yemin”lerinin (ant içme mi demeli?) gerçekçi sinema da dahil olmak üzere sinemadaki dolayımlara karşı sıraladığı redleri düşünüyorum. Sonradan ses ve müzik eklenmemesi, set kullanılmaması, filtrelerin yasaklanması, zamansal ve coğrafi yabancılaşmanın yasaklanması (olaylar şimdi ve burda geçer) özellikle de; “film kameranın durduğu yerde geçmez, çekim filmin gerçekleştiği yerde yapılır” ilkesi. (Hipermetinin babası Vannevar Bush’un –yeni roman’la yaklaşık aynı yıllarda- Memex adını verdiği bilgisayarı da aynen insan beyni gibi çalışan, çağrışımlarla ve bilinç akışıyla hareket eden şiirsel bir bilgisayar düşüydü.)

Tabii izlenimler roman olduktan sonra artık izlenim olmaktan çıkıyorlar, zamansal ve coğrafi yabancılaşma kaçınılmazlığını koruyor, sanatta dolayımsızlığın mümkün olduğu ‘izlenimi’, en hızlı dağılan izlenim oluyor...

Simon’un Tramvay’ı hastanede yatan ağır hasta bir adamın (anlatıcının) hastane gözlemleriyle bir tramvay hattının ekseninde geçmişe yolculukları, mutlaka tramvaya bağlanan anılarla belleğinde dolaşmasını birleştiriyor.

Bir diğer yeni romancı, Michel Butor da, Değişme (La Modification, Can Yay., çev.: Mükerrem Akdeniz, 1991) adlı romanını raylar üstünde kurmuştu.

Baştan sona bir tren seferini izleyen Değişme’de, kabaca, Paris’te yaşayan, Paris-Roma hattında sık sık iş seyahatleri yapan evli ve dört çocuk babası bir adam Roma’da yaşayan sevgilisine sürpriz bir ziyaret planlar. Karısından ayrılacağını artık sevgilisiyle yaşayacağını sevgilisine Paris’te bir iş ve ev ayarladığını müjdeleyecektir. Ancak uzun tren yolculuğu boyunca sürekli düşünen –ve gözlemleyen, izleyen, bakan- adam yolda bu kararını değiştirir ve Roma'ya daha varmadan tam tersine sevgilisinden ayrılmaya karar vermiştir. Tramvay yolculuklarının bellekte dolaşmanın aracı olması gibi tren yolculuğu da kahramanımızın düşünce dünyasında bir yolculuğa zemin olur. (Her iki yolculuğun da iki kutup arasında gerçekleştiğini, bir kent metrosu gibi kenti sarmadığını, Simon’un tramvayı kasaba içindeki iki nokta arasında gidip gelerek seferlerini sürdürürken Değişme’deki trenin de sadece Roma ile Paris arasında gitgeller yaşattığını anmalı. Öte yandan mesela Değişme’nin işadamı kahramanı Paris-Roma iş seyahatlerini uçakla gerçekleştiriyor olsaydı veya yol boyunca sevgilisiyle sms’leşmiş olsaydı, geçirdiği iç yolculuğu zaten yaşayamayacaktı denebilir.)

Değişme’nin sonlarında Butor tekniğine dair ipuçları verir, kahramanına bir roman yazma kararı verdirir ve bir şekilde roman boyunca kullandığı yöntemi ‘açıklar’, formüle eder. Orada, makine metaforunu kullanır. “...sonuç öyle oldu ki, yol boyunca sanki bir düşünce makinesi oluştu kafamda, benliğimdeki çeşitli bölmeleri ayaklandırarak birini öbürüne sürtüp duran bir makine” (s.267)

Raylar, demir atlar, teknoloji denince ilk akla gelen şeylerdi bir zamanlar. Simon ve Butor, düşünce makinesini teknolojinin bu şaşaalı çıkış metaforu üzerinden düşünmüşler. Tren, ayrıca, hız demekti bir zamanlar. Simon ve Butor’un demir atlarıysa yavaşlıklarıyla, rutinleriyle, yoğunlaşmaya ve detaylı düşünmeye izin veriyorlar. Bugün de Vannevar Bush’un ütopyasına daha yakın duran dijital teknoloji hızı temsil ediyor. Butor’un tekniği bugüne tercüme edilse “...yol boyunca sanki bir düşünce yazılımı oluştu kafamda, benliğimdeki çeşitli bölmeleri ayaklandırarak birini öbürüne linkelyip duran bir yazılım,” halini alırdı herhalde. Fakat, heyhat, yazılımların da yoğunlaşmaya imkân tanıyan yavaşlık imgeleri olarak kullanılabileceği günler belki de geldi bile...

1 yorum:

Adsız dedi ki...

merhaba, pippa bacca için:
http://handannkaleminden-handan.blogspot.com/2008/04/pippa-bacca.html
selamlar
handan